instanbul_cover_2jpg.jpg

 

 

 

 

Signatur_Mely_Kiyak.jpg 

 

 

 

 

 

 

 

3344.png 

 

 

Mely Kiyak

İstanbul Notları

Istanbul Notizen

 

Artwork: Şener Özmen

 

Çeviri: Cemal Ener

 

 

shelff

 

Inhalt

 

Varış. Curcuna.

Ankunft. Tumult.

 

Acıyor mu hâlâ?

Tut’s noch weh?

 

Her şey mükemmel. Her şey basbayağı Alman tarzı.

Alles picobello. Alles ziemlich deutschlandmäßig.

 

Katılmam. Dinlemem. Hiçbir şey umurumda değil.

Nicht mitmachen. Nicht hinhören. Es ist mir alles egal.

 

Gecikmiş bir volkan patlaması

Überfälliger Vulkanausbruch

 

O çılgın Park

Dieser verrückte Park

 

Adenauer'in Askerleri

Soldaten Adenauers

 

Peki, o sivrisinek?

Und die Mücke?

 

Şu anda neler oluyor orada?

Was passiert da gerade?

 

Tüm o burjuva sosu

Die ganze bourgeoise Soße

 

Peki öyleyse, şansınız açık olsun Bayan Tuhaf!

Na dann, viel Glück, Fräulein Seltsam!

 

Ama ben gerçekten de öylesine duruyorum sadece

Ich stehe aber wirklich nur einfach da

 

Sık lan, sık!

Schieß doch Bulle, schieß!

 

Şişmanlardan hoşlanmak

Auf Dicke stehen

 

Yaşlı bir adam yaklaşıyor ve sure okumak istiyor

Ein alter Mann kommt und fragt, ob er eine Sure lesen soll

 

Şener Özmen: Paul on Shoulders

 

Hemen eve gitmem lazım

Ich muss schnell nach Hause

 

Uçucu bir limon kokusu. Hem hafif, hem de ateşli

Flüchtiger Zitrusduft. Leicht und heiß zugleich.

 

Kapat şu telefonu be, patlak Sucuk

Leg auf, alte Bockwurst!

 

Yukarıdan esen ve her şeyi berbat eden şu iğrenç rüzgâr

Dieser widerliche Wind, der von oben reinweht und alles versaut

 

Nescafé

Nescafé

 

Bir işe yaramıyor

Klappt nicht

 

Gülümseyerek eğilen başın verdiği onayı Queen Elisabeth'den tanıyoruz

Man kennt dieses lächelnde Nicken von Queen Elizabeth

 

Ne botoksu. Beton!

Ach was, Botox. Beton!

 

Kahrolası bir salcı

Wie ein verdammter Flößer

 

Gemileri hissetmek

Schiffe spüren

 

V!

V!

 

Hayret, bir sürü Ben!

Nanu, lauter Ichs!

 

Dövme

Tattoo

 

Müezzin! Harika! Hoş!

Boah Flash. Muezzin!

 

Cash ve Capital

Cash und Capital

 

Yabancılar

Ausländer

 

Öyle değil

Nicht wahr

 

Çok fazla sevgi

Zuviel Liebe

 

Mely okumayı öğreniyor

Mely lernt lesen

 

Radikal İslamcılara Fransız öpücüğü

Zungenkuss mit Islamisten

 

Muhteşem Sülo

Sülo, der Prächtige

 

Veda

Abschied

 

 

Bonus

 

Sener Özmen: Paul auf meinen Schultern

 

Eşek sırtında yol alıyor ve mutluluğu arıyoruz. Şener Özmen'in bu kitap için yazdığı şiir üzerine birkaç sö

Wir reiten alle auf Eseln und suchen das Glück. Über Şener Özmens Artwork

 

Über dieses Buch

Impressum

 

Benim adım Mely Kıyak.

Istanbulu beğeniyor musun?

Hayır.

 

 

Ich heiße Mely Kiyak.

Gefällt dir Istanbul?

Nein.

 

 

+++ Varış. Curcuna. +++

 

Benim adım Mely Kiyak. Bir kaç aylığına İstanbul'a taşındım. Burada olmamın özel bir nedeni yok. İşler öyle gelişti. Bana huzurlu ve sakin bir ortamda yazmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Huzurlu ve sakin bir ortamda. İstanbul'da!

 

Tabii ki şöyle dedim:

 

Hayır, asla! İyi günler!

 

Birkaç ay Berlin'de kalıp çalışabilsem daha ne isterim. Akşamın saat sekizinde, Alexanderplatz'daki alışveriş merkezi kapılarını kapatıyor diye üzerine ölü toprağı serpilen bu minnacık milyonluk metropolde bulabileceğim huzur ve sükunetten fazlası gerçekten gerekli değil. Üstelik ben sürekli yollardayım. Dolayısıyla yollarda olmamak benim için daha arzulanır bir ortam.

 

Sonuçta bu maceraya atıldım.

Beş karış bir suratla ve homurdanarak havalimanında dikildim ve yolculukların beni hâlâ en fazla bitiren tarafına hazırladım kendimi: yani uçmaya. Türk Hava Yolları gişesinde biletimi onaylattım ve eğer bu uçakla birlikte düşersem, bunun o kadar da kötü bir şey olmayacağını düşündüm. Cünkü: İstanbul, teşekkür ederim, ama seni görmemeyi tercih ederim. Uçmak benim için bir yere varmanın erken sevinci değil, düşmeye hazırlanmak demektir. Ben oraya varmadan kesin öleceğim. İstanbul, bana doğru düzgün bir cenaze hazırla!

 

İstanbul üzerine yazan insanların çoğu o şehre sevdalıdırlar. Ah, hem de nasıl severler İstanbul'u! Ben İstanbul'u sevmiyorum. Ben hiçbir şehri sevmiyorum. Dairelerde, şehirlerde, bir yerlerde - yaşıyorum, yürüyorum, yatıyorum sadece. Gerçekten bundan daha fazla bir şey söz konusu değil .

 

Geçmişte Boğaz'ın kıyısında durup da önümden geçen pas bağlamış, köhne yük şileplerine baktığımda aklımdan hep şu geçerdi:

 

Kendine gel. Tüm bunlar Hamburg'da da var.

 

Atatürk Hava Limanı'na indim. Yolcuların bavullarını alabilecekleri akar-banta kadar bitmek bilmeyen bir yol yürüdüm ve öteki yolcularla birlikte, bir şeyler olması için bir buçuk saat bekledim.

 

Sonunda akar-bant harekete geçti; üzerinde Suudi Arabistan uçuşundan arta kalmış ezik bir karton kutu vardı. Arap bagajlarında âdet olduğu üzere, bu karton kutu da metrelerce şerit bantla sarılıp sarmalanmıştı.

 

Hiç kimse şikayet etmiyordu. Herkes cep telefonlarını bulup çıkamıştı ve birbirine benzeyen sözler sarfediyordu.

 

Sağ salim indim. Endişe etmeyin. Bavulumu bekliyorum.

 

Sadece bir kadın huzursuz bir tavırla aşağı yukarı yürüyor. Bavulunda bir an önce alması gereken önemli ilaçları varmış. Türkçe konuşarak açtı ağzını yumdu gözünü.

 

Hey oğlum, bir gelsene buraya sen. Burada mı çalışıyorsun? Niye öyle boş boş dikiliyorsun orada, ha? Nedir bu rezillik? Ha? Burası bir havalimanı mı yoksa? Dingo'nun ahırı mı ? Nerde benim bavulum? Şuracıkta ölmemi mi bekliyorsunuz yoksa? Ha? Musalla taşı mı burası? Ha? Burada insanların ölmesini mi bekliyorsunuz siz? Ha?

 

Görevli utanarak gözlerini yere dikti ve sızlanmaya başladı:

 

Benim de bir bilgim yok.

 

Bunun üzerine ikinci bir yolcu lafa karıştı:

 

Hanımefendi seninle konuşurken yüzüne bak!

Derken bir üçüncüsü:

 

Ne demek- bilgim yok? Kafana uçak mı düştü yoksa senin? Nedir bu kepazelik?

 

Alın benden de o kadar! Ne biçim bir ülke burası yahu? Bir sürü salak!

 

Hakikaten öyle. Bir türlü öğrenemeyeceksiniz bu işleri. Saatlerden beri kurbanlık koyun gibi bekliyoruz burada. Su yok, internet bağlantısı yok. Doğu Anadolu mu burası?

 

Beyefendi, o ne demek oluyor öyle? Doğu Anadolu muymuş? Ben Doğu Anadolu'dan geliyorum.

 

E nolmuş yani?

 

Ne demek, nolmuş yani? Yoksa ayrımcı misiniz siz?

 

Evet, ayrımcıyım. Nolmuş?

 

Haplarım, haplarımı almam lazım...

 

Yaygara!

 

İstanbul.

.

 

+++ Acıyor mu hâlâ? +++

 

Bu şehirde bir turistim ben. Bunun altını çiziyorum. çünkü İstanbul'da karşılaştığım Almanlar, her seferinde, benim her şeyi bildiğimi düşünüyorlar. Maltepe'den Karaköy'e gelen her otobüs hattını; en ucuz Armani-Jean'lerinin nereden alınabileceğini; ilk Boğaziçi köprüsünün ve ikincisinin asıl adlarını ve hangisinin ilki, hangisinin ikincisi olduğunu bildiğime inanıyorlar ve günbatımında yükselen minare silüetlerinden camileri tanıyamadığım zaman, ya da işte bunun gibi bilgisizliklerim karşısında, her seferinde hayal kırıklığına uğruyorlar. Benim hiçbir şey bildiğim yok. Demek istediğim, birkaç şey biliyorum tabii, Münih veya Hamburg ya da Leipzig hakkında da birkaç şey bildiğim gibi. Yani aslına bakılırsa pek fazla bir şey değil.

 

Kaç kere gelmişimdir bu İstanbul'a?

On kere mi? Yirmi kere mi? Otuz kere mi?

Bilmiyorum.

 

İnsan İstanbul'a gelir ve gördüğü çirkinlik karşısında şok geçirir. İstanbul sözün gerçek manasında güzel filan değildir çünkü. İnsan buraya gelir ve, ister Avrupa isterse de Asya yakasında kalsın, İstanbul olarak tanıdığını düşündüğü bir semte varıncaya kadar en azından bir buçuk saat yol almak zorunda kalır.

 

Sağlı sollu on binlerce minicik çiçeklerle süslenmiş yollardan geçilir. İnsan, tüm bu çiçekleri kim suluyor diye sorar kendi kendine. Nedir bunun ücreti? İçerisinin, şehrin göbeğinin o kadar rengârenk çiçeklerle süslü olmadığı gözlerden kaçırılmak mı istenmektedir burada?

 

17 milyon insan yaşıyor bu şehirde.

 

Epeycesi sersefil bir durumda.

 

Pek azı para içinde yüzüyor.

 

Çoğunluğu iyi kötü idare ediyor.

 

Otuz dokuz ilçeden birinde.

 

Sakinlerinin ezici çoğunluğu apartman dairelerinde yaşıyor. Mutfaklarında, banyolarında ve tuvaletlerinde pencere olmaması hiç de alışılmadık bir durum değil. Bazen bir oda penceresi apartman boşluğuna bakıyor.

 

Eğer kötü bir evde oturuyorsan, cehennemdir İstanbul. Eğer gün ışığından pek az nasipleniyorsan. Ve depresyona giriyorsan. İnsanların dışarıda, sokaklarda yaşamalarının bir nedeni de bu. Evde kalmanın cazip bir tarafı yok. Evler alımlı değil. Aydınlık değil. Geniş değil. Eğer paçalarından akacak kadar çok paran yoksa, değil. Ve şu İstanbul'da paçalarından para akan kaç kişi var?

 

Dışarıya çıkıp görmesen bile İstanbul'u, gene de gece gündüz durmadan işitirsin. Bu şehrin bitmek tükenmek bilmeyen bir patırtısı, asla kesilmeyen bir dip gürültüsü vardır. Haşlanmış mısır satıcıları bile, gelmeyen müşterinin yarattığı sıkıntı içinde, ellerindeki maşayla kazanları üzerinde takırtılı bir ritim tuttururlar. Dondurmacılar dondurma tezgâhının tepesinde sallanan pirinç çıngıraklarına vururlar; insanlar bağırarak konuşurlar, bağırarak tartışırlar, bağırarak gülerler, bağırarak telefon ederler; televizyonların sesleri de, tıpkı otomobil radyoları gibi avazı çıktığı kadar açılır: sonsuz bir akustik girdap.

 

Buradayım. Hiçbir şey bilmiyorum. Sadece dinliyorum.

 

İstanbul, senin içindeyim şehir. Sessizce yürüyorum. Telefonla konuşmuyorum. Caddenin kenarında duruyorum ve durduğum yerde yayılmaya korkuyorum. Caddeden karşıya geçmek bile, önce bir alışkanlık gerektiriyor.

 

İstanbul kendinden emin.

Mely henüz çekingen.

Aman be Mely, seni Berlinli kaşarlanmış taşra gülü, hiç yakışmıyor bu sana!

Haydi yaşamaya başla!

Yapamıyorum; henüz ancak on dört gün geçmişken tekrar çekip gitmemek fikrine ısınmak zorundayım. Önce burada neler olduğunu bir anlamam lazım.

 

Ne büyük zırvalık! İstanbul gibi bir şehri anlamaya çalışmak. Buradaki her şey kaç yaşında? Ne kadar insan yaşadı burada? Kaç kişi geldi ve tekrar gitti? Kaç kişi kaçtı, kovuldu?

 

Hangi diller konuşuldu burada?

Bütün gün boyunca ne çok konuşuluyor. Bazı şeyler üzerineyse hiç konuşulmuyor. Bazı şeyler üzerine inatla susuluyor.

 

Hayır, hayır. Bunu anlayamazsın sen. Bunu anlamaya çalışmamalısın bile.

Sadece gözlerini açık tut ve bir sonraki otobüsü yakalamaya bak.

Durağı kaçırma.

Ve bir seferde gereğinden fazla ekmek satın alma. Burada günde iki kez ekmek çıkarıyor fırınlar. Sabahları kahvaltı ve öğleden sonra da akşam yemeği için.

Her mutfakta bayat ekmeklerle tıka basa dolu bez bir torba asılı.

 

İstanbul'da yaptığım ilk iş: Etrafta bir kırtasiyeci dükkânı bulmak üzere bakınmak. Not defterleri alıyorum. Bir sürü. Tabii ki burada da bulunan Moleskine'lerden değil, yassı, ince Türk defterlerinden. Üçlü paketler halinde satılanlardan alıyorum; çizgili, kareli ve düz beyaz sayfalı. Raflara yan yana dizilmiş düzinelerce siyah defter sırtı görmekten çok hoşlandıkları için, yalnızca Moleskine'lere yazan yazarlar tanıyorum. Benim defterlerim, daha ben bir şey yazmaya başlamadan yamuluyorlar. Ben Kaweco marka dolma kalem kullanıyorum. Türk malı defterler, Alman malı kalemler. Ve görüyorum ki, sevgili Kaweco'larımı da İstanbul'da satmaya başlamışlar.

 

Hayret! Burada bulunmayan herhangi bir şey var mı?

Meyveli müsli İsviçre tarzı; Jacob's Krönung'un adı burada Jacob's Monarch olmuş ve Yeniköy'deki Macrocenter'de plastik kaselerde paketlenmiş domuz eti ve Hollanda domatesleri satılıyor.

 

Kadınlar bu yaz Fifty Shades of Grey denilen sado-mazo üçlemeyi okuyor, Özgür'ün akşam eve gelip kendilerine şehvet dolu bir dayak atması için yanıp tutuşuyor ve ardından da onları şefkatle kollarına alıp ilan-ı aşk etmesinin hayalini kuruyorlar: Ayşegül, seni seviyorum , Ve dışarıda müezzin akşam ezanını okurken, Özgür içeride endişe dolu bir sevgiyle bıyıklarının arasından fısıldayarak soruyor:

 

Acıyor mu hâlâ?

 

Ben bir turistim. Evet, İstanbulluların dilini konuşuyorum. Ama onları anlıyor muyum acaba? Onları anlıyor muyum? Hayır, anlamıyorum. Gurbette evimdeyim. İstanbul denilen bu evde bir yabancıyım.

 

Ben daima yabancıyım. Bunun İstanbul'la bir alakası yok. Ben buyum. Yabancı olmak benim meslekî kıyafetim. Yoksa bakmayı kendim için nasıl ilginç bir hale getirebilirim ki?

 

Bazen neler yazdığımı öğrenmek isteyen, adımı soran birileri çıkıyor.

 

O zaman şöyle cevap veriyorum:

 

Senin şehrini yazıyorum.

 

Benim adım Mely Kıyak.

İstanbul'u beğeniyor musun?

Hayır.

 

Bam!

 

İnsan bir kere denemeli bunu. Bir İstanbulluya “senin şehrini beğenmiyorum” demeyi.

 

Karşınızdaki insanın heyecanla atan şah damarına keskin bir bıçağın sipsivri ucunu saplamak gibi bir şeydir bu.

 

Şaka yapıyorsun, değil mi?

Belki.

Ha, ha. Çok iyiydi gerçekten. Neredeyse inanıyordum.

Madem öyle diyorsun.

Hakikaten çok komiksin. Siz Almanlar, komiksiniz hakikaten. Ama olsun, biz sizi severiz.

 

 

+++ Her şey mükemmel. Her şey basbayağı Alman tarzı. +++

 

Türkler dışarıda yaz tatillerinin keyfini çıkarırlarken, masa başında oturup yazmak için bir çalışma bursu verildiğini önce kavramak gerek bir kere. Herkes deniz manzarasının tadını çıkarmak için gelirken, bizim gibiler aynı manzaranın karşısına çalışmak için geçiyorlar.

 

Bir başka şok da bu: Alman elçisinin yazlık rezidansı. Beyaz, ahşap villalar öğlen güneşini öylesine güçlü bir ışıkla yansıtıyor ki, cehenneme açılan kapılar kadar parlak aydınlık gözünün retinasını paramparça ediyor.

 

Mülk, bütün Boğaziçi villalarında olduğu gibi, dışarıya karşı korunaklı; içerideyse tüm o ağdalı bayağılık sere serpe yayılıyor. Yazlık rezidans örneğinde, ortancalar ve eğrelti otları dikilmiş imparatorluk tarzı ormanlık ve çayırlık bir arazi söz konusu. Sanat Akademisi, bahriyeli evleri, elçilik konutu, askerî kabristan, gıcırdayan beyaz çakıl taşları. Akademi'de kalan diğer sanatçılar yüzünden insanın bir sevgilisini gece vakti eve sürüklemesini imkânsız hale getiren o lanet olası çakıl taşları!

Her şey mükemmel. Her şey basbayağı Alman tarzı.

İnsan süslü demir kapıdan geçip de, kulağında çınlayan minibüs kornalarını, olta balıkçılarını ve olta iğnesi satıcılarını ve işte tüm o tantanayı geride bıraktığında, arazinin ortasında dikiliyor ve her seferinde teyzesinin ilk ziyareti sırasında şaşırarak söylediği sözleri hatırlıyor:

 

Aman Tanrım, burası minyatür Almanya. Almanya'dan o korkunç sessizliği getirmişler buraya.

 

Evet, ortalık öylesine sessiz ki, insan kuşların sıçtıklarını bile duyuyor.

 

Sonra gece vakti yatağa uzanıyor ve 'ne kadar ilginç' diye düşünüyorsun, buralara kadar düştün işte. Alman vergi mükelleflerinin sırtından, Boğaz kıyısında bir yatağa uzanmışsın ve sadece saatte bir tekrarlanan devriye gezintisi sırasında, güvenlik görevlisinin ağır adımlarıyla çiğnediği çakıl taşları, o lanet çakıl taşları, ve etrafı aydınlatan el fenerinin ışığı yüzünden bölünen ve sinir bozan sessizlikten yakınıyorsun ve 'hak ettin bunu', diye düşünüyorsun, böyledir işte burslar; önce ağzına bir parmak bal çalarlar, sonra da uyku girmez gözüne; bu ne cehennem azabıdır! Ama sonunda yorgunluk gibi bir şey çöküyor üzerine ve bir gemi düdük çalıyor ve her şey bir biçimde neredeyse güzel geliyor insana.

 

Tanrı Alman vergi mükelleflerini korusun!

 

Ve derken şu sivrisineği dinliyorum. Son zehirli gaz saldırısından canlı kurtulan o sivrisineği. Her hafta bir araba şehirde dolaşıp tüm haşarata ölümüne zehir püskürttüğü halde, daima bir sivrisinek hayatta kalmayı başarıyor. Muhtemelen hayatta kalan iki sivrisinek var ve ben hep birini fark ediyorum. Ve bu iki sivrisinek tüm haftayı çılgınca çoğalarak geçiriyorlar ki, zehirli gaz aracı bir dahaki sefere boş yere zehirli gaz püskürtmesin diye. İşin gerisini de bahçıvanlar hallediyorlar. Eğer ölüm aracı gelmezse, yaşını başını almış bir grup adam yüzlerine maske takıp çalılıkların arasında geziniyor ve kalan sivrisinekleri ilaçlayarak öldürüyorlar. Hepsini. Bir tanesi hariç; o da beni deli eden o sivrisinek.

.

 

 

+++ Katılmam. Dinlemem. Hiçbir şey umurumda değil. +++

 

Yazı masasının başında oturuyorum. Not defterleri açılmış, ben yorgunum. İstanbul beni daha ilk haftada tüketiyor.

 

Ne yapmalıyım? Uyumalı mıyım? Yazmalı mıyım? Bir yazar uyuklama üzerine yazmadan uyuklayabilir mi? Tam da dışarıda tüm şehrin çivisi çıkmışken uyuklamaya hakkım var mı?

 

İşte herhangi bir yere geliyorum; dinlenmek istiyorum ve derken ya bütün ülke ya da internet çöküyor veya binlerce gösterici hükümetin istifa etmesini istiyor. Tayyip Erdoğan Türkiye'yi on yıldan beri yönetiyor. Ama tam ben birkaç aylığına İstanbul'a taşındığım sırada, insanların artık sabrı tükeniyor ve sokaklara çıkıyorlar. Tam şimdi benim yaşımdaki modern kadınların yaptıkları şeyleri yapmaya başlamıştım; yoga, yanlış nefes almaya ara vermek, kendi varlığımın tadını çıkarmak, lavanta yağıyla masaj yaptırmak; ve demeye kalmadan Türkler barikatlara çıkıyorlar.

 

Katılmamaya, ilgilenmemeye kesinlikle kararlıyım; hiçbir şey umurumda değil. Nefes alıyorum. Nefes veriyorum. Yarın lavanta yağı alacağım.

.

 

 

+++ Gecikmiş bir volkan patlaması +++

 

İstiklal Caddesi üzerinden Taksim'e iniyorum ve gördüğüm duvar yazılarının çokluğu karşısında hayretlere kapılıyorum. Böyle bir şey burada hiç olmamıştı: üzerine yazı yazılmamış tek bir boşluk bile kalmamış. Sanki uzun zamandır sürdürülmüş dilsizlik, tıpkı gecikmiş bir volkan patlaması gibi, kendine bir yol açmış; geciken ve geciktiği için daha da büyük bir şiddetle patlayan bir volkan.

Sprey boyalar her köşe başında kolayca bulunabiliyor. Meydanda insanlar, çok geleneksel bir davul zurna eşliğinde, dev bir halay çemberi oluşturmuşlar. Biraz yukarıdaki parkta nükleer santral karşıtları ayaklanmışlar.

 

İki ağaç arasına gerilmiş bir ipe asılan fotoğraflar, birkaç gün önce gerçekleşen polis şiddetini belgeliyor.

.